top of page

Mimar Arif Atılgan’la Bağdat Caddesi'ndeki kentsel dönüşüm üzerine söyleşi

Merve Çaşkurlu: Geçmişte Bağdat Caddesi’ndeki mimari bugünden çok farklı görünüyor, siz ne düşünüyorsunuz?

Arif Atılgan: Biliyorsunuz Bağdat Caddesi’nin tarihini Atılgan Blog sayfamda yazmıştım. Cumhuriyet sonrasında köşkler yapılmış, 50’li 60’lı yıllarda bu köşkler yıkılmaya başlamış, yerine apartmanlar yapılmıştır. O zamanlar bina yapılırdı ve ‘kat satmak’ tabiri vardı. Yani müteahhit ‘yap sat’ anlayışı ile çalışırdı. Müteahhit yapar, sonra tek tek katları satardı.

Bugün bu anlayış yerini ‘sat yap’ anlayışına bıraktı değil mi?

O zamanlar kooperatifler ortaya çıkmıştı. Bir maket yapıyorlar, bir proje asıyorlar duvara, satıp satıp ardından yapıyorlardı binaları. Bu nedenle çok sahtekarlıklar oluyordu. Şimdiki müteahhitlik sistemi de böyle yürüyor. Bakıyorum, trilyonluk satışlar yapıyorlar, televizyon reklamlarıyla ve benzeri tanıtımlarla. Sonra binaları yapmaya başlıyorlar. Şimdiki tam ‘sat yap’. Yani o zamanki kooperatiflerin başka bir şekline benziyor bugünkü inşaatçılık. Aslında günümüzde artık inşaatçılığın sağlam bir yere oturtulması gerekiyor. Yani bir müteahhit bir inşaata başlayacaksa devlet onun parasını kontrol etmeli. Cebinde beş kuruş olmadan cahil cesaretiyle bu işlere başlanılmamalı. İnsanların bundan çok canı yanıyor. Bana sorup danışanlardan biliyorum.

65’te ‘kat mülkiyeti yasası’ çıktıktan sonra kat karşılığı inşaatçılık aldı yürüdü. Ruhsatı aldıktan sonra kat irtifakı kuruluyor ve daireler tek tek satılabiliyor. Ondan sonra inşaatı yapıyorlardı. 60-70’lerde Bağdat caddesi inşaatçılığın en üst seviyede olduğu bir yer oldu. O zaman Bağdat caddesinde yapılan binalar daha çok ailelerin yaşadığı mekânlardı. Salonuyla, banyosuyla, yatak odasıyla, geniş balkonuyla aileler keyifle yaşardı buradaki binalarda. O nedenle o sefalı haliyle bu binalar çok tutulmuştu ve bölgeye bir hava vermişti. Tek tük arada kalan eski köşkler ve yeni yapılan o binalarla Bağdat Caddesi cadde havasını bulunca biraz daha lüks bir semte dönüştü. Dolayısıyla geniş kaldırımların yapılmasıyla Bağdat Caddesi’nin kimliği oluştu, etiketli bir semt oluşmaya başladı.

70’lerde bu etiketli hava daha da ön plana çıktı. 70’ler ve 80’lerde bugünkü gibi çarşı durumu yoktu. Zemin katların dükkân olduğu bölge Şaşkınbakkal ile Caddebostan arasıydı. Mesela geçenlerde Divan pastanesinin hemen yanındaki apartmanların oralarda eşimle gezerken bana “hatırlıyor musun, buralar hep evdi” dedi. Orada giriş katlarının ev olduğu dönemi ve dükkana çevrildikleri dönemi de biliyorum. Bu bölge daha çok konut olarak kullanılırdı, tek tük dükkan vardı.

O dükkanlardan Divan pastanesi önemli bu anlamda. 60’lardan beri orada olduğunu hatırlıyorum. Buna benzer pastane, restoran türü mekanlar açılmaya başladı. Bağdat Caddesi’ne o zamanlar Beyoğlu’na çıkılır gibi çıkılırdı. Giyime kuşama dikkat edilir, öyle oturulurdu bu mekanlarda. 80’lerde o dükkânlar daha fazla ticarileşti, giyim kuşam satanlar da olmaya başladı. 90’lardan sonra tamamen ticarileşti. Önce giriş katlar dükkana çevrildi ve dükkanlar daha geniş alana yayıldı. 2000’lerden itibaren kopup gitti. Evlerin altında ticarethanelerin olduğu apartmanlar oluştu.

"Yuvarlak rakamlarla söylemek gerekirse İstanbul’da 1.300.000 bina vardı, ruhsatsız olanlar da uyduyla takribi olarak sayılarak çıkarılmıştı. Bunların 300.000’i ruhsatlı iskânlı, 500.000 i ruhsatlı iskânsız, 500.000’in ise hiçbir evrakı yok.."

Ben hep Bağdat Caddesi’nde şunu hayal etmiştim: 68’de Ankara’ya Devlet Su İşleri’ne staja gitmiştim. Orada Kızılay’dan TBMM’nin olduğu tarafa doğru olan caddeyi çok severdim o zamanlar. Oturacak şık kafeler vardı. Bağdat Caddesi’nin de böyle olması gerektiğini düşünmüştüm. Tam da öyle oldu, şık, keyifle oturulacak mekanlar.. Ama günümüzdekiler öğrenci yemekhanesine benziyor. Mimaride şöyle bir şey vardır, yan masada oturan senin konuştuğunu duymamalı. O zamankiler insanların daha rahat oturduğu, sohbet edip yiyip içtiği mekanlardı.

2010’lara kadar Bağdat Caddesi piyasa yapılan, tur atılan, hoş vakit geçirilen bir yerdi. Kadıköy’ün tarihinde daha önce Kuşdili Çayırı’nda, sonra Mühürdar tarafında ‘piyasa yapma’ alışkanlığı varmış. Bu alışkanlık 50’ler, 60’lardan sonra Bağdat Caddesi’nde devam etti.

1999 İzmit depreminden sonra özellikle İstanbul’da çok miktarda çürük bina vardı. Mimarlar Odası ve TMMOB Afet Komitesi Başkanlığı yaparken de bunun üzerinde çalıştım. Yuvarlak rakamlarla söylemek gerekirse İstanbul’da 1.300.000 bina vardı, ruhsatsız olanlar da uyduyla takribi olarak sayılarak çıkarılmıştı. Bunların 300.000’i ruhsatlı iskânlı, 500.000 i ruhsatlı iskânsız (yani ruhsat alınmış, yapılmış ama kuralsız yapılmış, iskanları yok), 500.000’in ise hiçbir evrakı, dosyası yok. Sadece gecekondu bölgeleri değil her tarafta kaçak bina vardı.

İstanbul’da böyle bir yapı stoğu vardı. Binaların ya güçlendirilmesi ya da yeniden yapılması lazım. Yapı stokunun depreme dayanıklı hale getirilmesi gerekiyor.

1998 yılında, depremden 1 yıl önce bir Yapı Yönetmeliği çıkmıştı. Bu yönetmelik Marmara Bölgesi 1. Derece Deprem Bölgesi kabul edilerek hazırlanmıştı. Daha önceki 1974 yönetmeliği Marmara Bölgesini 2. Derece deprem Bölgesi olarak kabul eder. Bu açıdan 1998 Yönetmeliği’nden önce yapılan binalar kâğıt üzerinde çürük kabul edilir. Ben kendi yaptığım binalarda oturdum. Deprem olduğunda duvarlarını aynalarla dekore ettiğim bir evde oturuyordum. Depremde bir tek ayna bile çatlamadı. Yani daha önceki 1974 Yapı Yönetmeliği’ne göre doğru dürüst yapılan binalar da sağlamdır. Ama 1998 Yönetmeliği bu işte bir çizgidir. 1998 öncesindekiler depreme dayanıklı kabul edilmediği için bu binalar sırasıyla yenilenecektir.

O halde kentsel dönüşüm bir zorunluluk mudur?

Adına ne derler bilemem ama binaların depreme mukavim hale getirilmesi gerekli. Aslında bu konu çok uzun. Fakat dönüşüm ‘varoş’ tabir ettiğimiz yerlerden başlamalıydı. Aksine en rantlı bölgeden başladı. Bir yanda bilimin kuralı var, bir yanda da ekonominin kuralı var. Piyasada ekonominin kuralı geçerli olduğundan böyle oldu sanırım. Bu sebepten olsa gerek İstanbul’da merkezden başlıyorlar. Hâlbuki Bağdat Caddesi’ndekiler mimarlık, mühendislik hizmeti almış binalardır. En son dönüşecek binalardır yani.

Bir röportajda bu binaların 100 yıl kadar ömrü olduğunu okumuştum. Fakat 40-50 senede yıkılıyorlar günümüzde..

Betonun belirli bir ömrü vardır. Ortalama 50 yıl. Güçlendirme ve bakım yapılmalı. Binalara periyodik bakım-onarım-denetleme yapılmalı. Dışarıdan görülmeyen ama içeride cahilce yapılan tadilat-dekorasyonlarda taşıyıcı sisteme çok zararlar veriliyor. Bunların önüne geçilmeli.Bakım-onarım gelecekte önem kazanacaktır. Boğaz köprüsü yapıldığı zaman 100 yıl ömrü olduğu söyleniyordu ve o günkü teknikle onarımı imkânsız deniyordu. Bugün pekâlâ onarılıyor. Teknik gelişmiş demek ki.

"1960’ların binaları ilk apartmanlaşmayı, ahşap köşklerden, az katlı evlerden çok katlı apartmanlara, büyük aileden küçük aileye geçişi simgeleyen binalar.."

Peki yeni yapılan binalar depreme dayanıklı ve kuralına uygun yapılıyor mu?

En azından şunu söyleyebilirim, beton fabrikadan geliyor. Bizim zamanımızda elle karılırdı çimento ile çakıl. Beton ise B160 yani 160 kg/cm2’lik basınca dayanıklı olmalıydı hesapta. Göz kararıyla yapıldığından hiçbiri B160 çıkmazdı, taş çatlasın B100 çıkardı.

Bugünkü teknikle yapılanlar için en azından şunu söyleyebilirim, beton fabrikadan geliyor. Yapı denetim kuruluşları vasıtasıyla laboratuara gönderilerek basınç mukavemeti ölçülür. En azından denetleme korkusu yeter, bir düzen var. Aynı şekilde kullanılan demir de öyle, eskiden yuvarlak demir kullanılırdı. Bazen demir yokluğunda 8mm’lik demiri çekip 7mm yaparlardı. Özellikle uygulamanın içinde çok bulunduğum için bilirim. O zamanlar demirci ustalarıyla kavga ederdik. Yuvarlak demirlerin binaya faydası olması için uçlarının kanca yapılması gerekir. Kancalar vasıtasıyla demir betonu avuçlamalıdır. O zaman çekmeye mukavim çalıştırmış olursunuz. Demirciler o demirleri kanca yapmaya üşenir, düz bırakırlardı. O demirin taşıyıcı sisteme hiçbir faydası yoktur. Şimdi nervürlü demirler var, kancaya gerek yok, kendi nervürleri var çünkü. Yani en azından malzeme standartları değişti. Hesaplama yöntemi de değişti. Kolon kiriş ebatları arttı. İçine konan donatı fazlalaştı. Beton fabrikadan geliyor, elle karılmıyor. Fabrikalar da bu işi düzgün yapmazlarsa başları derde girer. Onun için şu anki uygulamalar eskiye göre faydalıdır.

"Başta Melih Koray’ın binaları olmak üzere Bağdat Caddesi’ne karakterini veren 1960’lı yılların binalarının büyük bir kısmının korunması lazım olduğunu düşünüyorum."

Mimarlar eski binaların karakterinin korunması konusuna nasıl bakıyorlar?

Başta Melih Koray’ın binaları olmak üzere Bağdat Caddesi’ne karakterini veren 1960’lı yılların binalarının büyük bir kısmının korunması lazım olduğunu düşünüyorum. Yalnızca eski ahşap köşkler değil, bunlar da tarihi eser kabul edilmeli. Bu binalar ilk apartmanlaşmayı, ahşap köşklerden, az katlı evlerden çok katlı apartmanlara, büyük aileden küçük aileye geçişi simgeleyen binalar. Mimarimizde, konut tarihimizde yerleri var. Bana göre de bunların korunması gerekli. Bunun için kendimce çok mücadele de ettim. Melih ağabeyi bir gün belediyeye götürdüm, başkan yardımcılığında Ülkü hanım vardı o zaman. Melih ağabeyin el yazısıyla, tarihi bir belge olsun diye binalarının korunması konusunda bir dilekçe yazıldı. Kadıköy Belediyesi de kurula gitti, ama öyle kaldı, bir şey çıkmadı. Eski ahşap binalar nasıl restore ediliyorsa o betonarme binalar da restore edilebilir ya da korunabilirdi. Ekonomi ağır basıyor. Zaten gezdiğinizde o kalan tek tük binalarda bile balkonların camekanla kapatıldığını görüyorsunuz. Ayrıca cephelerin duvarları yıkılarak alt katlar dükkan yapıldı. Çoğu binanın kimliği kalmadı. Yeni yapılan binalar da balkonsuz, dört köşe, hepsi birbirine benzeyen binalar yapılıyor, aile yaşamı düşünülerek yapılmıyor. Halbuki önceki binalarda aileler yaşayacağı için her mimarın kendine göre bir çözümü vardı.

​"Bağdat Caddesi’nde eski komşuluklar artık olamıyor, demografi değişiyor.."

Benim endişem Bağdat caddesinin kimliğini kaybedeceğine yöneliktir. Kafeler vesaire olabilir fakat tekdüze binaların çoğalması kimlik kaybına sebep olabilir.

Örneğin daha yukarıdaki minibüs caddesi 1970’li yıllarda köy yolu gibiydi. Orası 70’lerde yeniden planlandı. Bulvar şeklindedir, gidişi gelişi ayrı ayrı olan, geniş kaldırımlı ve rahat bir caddedir. Şimdi iki caddede de aynı tip binaları yaparsanız ilerde minibüs yolu öne geçecektir. Bağdat Caddesi ise sıkışık bir yer olacaktır.

Ayrıca bu bölgede demografik yapı değişiyor. Bağdat Caddesi pahalı bir yer gibi görünse de orada yaşayanların çoğu emeklilerdir. Konutları kendilerine miras kalmıştır. Eskiden mahallenin zengini fakiri olurdu. Şimdi burası sadece zenginlerin oturabildiği bir yer oldu. Bağdat Caddesi çevresinde orta sınıf insanlar yaşardı önceden. Aynı mahallede farklı maddi düzeyde fakat aynı kültürde, birbirini anlayan, birbiriyle barışık insanlar yaşardı. Şimdi bu yeni binalara konut olarak oturmaya gelenler konutları çok büyük paralara satın alıyorlar.

Kimler bu binaları satın alıyorlar?

Var, alıyorlar. 1-2 milyon Euro gibi fiyatla, 5 ila 10 milyon arası daire satılan yerler var. Bu paraları veren insanlarla önceki insanlar beraber yaşayamazlar. Önce yaşayanlar buraya kimlik veriyordu. Çok zengin olmayabilir ama onların kendi kültür seviyesi, alışkanlıkları, davranışları ortama hava veriyordu. Yeni gelenler o havayı veremezler. Paranın olması ile kültürün olması farklı şeyler.

Duyduğum, Orta Doğulular alıyorlar, bazı gayrımüslim tüccarlar, yada para kazanmasını bilen insanlar alıyorlar..

Semtlerin eski sakinleri binaları yıkılıp yeniden yapıldığında tekrar oraya gelip oturuyorlar mı?

Hayır oturmuyorlar. Ben İdealtepe’de oturuyorum. İdealtepe benim şu anda İstanbul’da oturabileceğim tek mahalle. İnşaat yaparken burayı keşfettim. Hala mahalle kimliği var.

Bizim apartmanda 5 senedir oturuyorum. Yeni bir apartman. Apartmanlar ortalama 10 daireli olmalı bana göre. Son 1 sene içinde apartmana taşınan 2 tane komşumuz vardı. Suadiye’nin iyi bir yerindeki apartmanlarını müteahhide vermişler, inşaat bitinceye kadar bizim apartmanda oturacaklar. Bayramda bir tanesi bize ziyarete gelmişti. Laf inşaatlarına gelince buradan katiyen taşınmayacağını, Suadiye’deki yeni binaya dönmeyeceğini söyledi. Çünkü bu mahallede rahatlığı buluyorlar. “En fazla aynı sokakta daha geniş bir daireye taşınmak isteyebilirim” dedi. Diğer komşumuz da aynı şekilde geri dönmeyeceğini söylemişti. İnsanlar eski mahalle yaşantılarının devam edebileceği yerleri keşfetmeye çalışıyor ve oralarda oturmayı tercih ediyorlar. Çünkü: Bağdat Caddesi’nde eski komşuluklar artık olamıyor, demografi değişiyor.​

“Ranta karşıyım ama benim rantım hariç”!

Ben Yeldeğirmeni’nde büyüdüm, eski Kadıköylüyüm, Atılgan Blog'umda okumuşsunuzdur, vapurdan inip Kadıköy’e gelince bize bir ferahlık gelirdi. Şimdi bu ferahlık Bostancı sınırını geçince hissediliyor sanki.

Eskiden Yeldeğirmeni’nde iki katlı binalar vardı. Şimdi beş katlı oldu. Sokaklar koridor gibi bir hale geldi. İki katlıyken sokak güneş alırdı, beş katlıyken güneş girmiyor. Bağdat Caddesi’ndekiler de aynı şeyi yaşıyor.

Yeni binalara geçip oturan civardaki arkadaşlarınızın bu binalarla ilgili fikirleri nedir?

Civardaki arkadaşlarımızın çoğu burayı terk ediyor, bazıları İstanbul’u terk ediyor. Mesela Tuzla’ya, Yalova’ya yerleşen çok var. Önceleri daha çok Trakya bölgesine yerleştiler. Tekirdağ, Kocaeli, Sapanca taraflarına gidenler var. Bahçeli evler alıp yerleşmeyi tercih ediyorlar.

Anladığım kadarıyla kentsel dönüşüme insanlar razılar, siz ne düşünüyorsunuz?

Benim bir sözüm vardır “Ranta karşıyım ama benim rantım hariç” anlayışı bitmeden rant bitmez.

Eski kanunda oy birliği olmadan bina müteahhide verilemiyordu. Apartmanın yenilenmesine karşı çıkan azınlığın hakkını korumak için çıkarılmıştı bu kanun. Bir kişi bile razı olmasa bina yıkılamazdı. Şimdi 2/3 çoğunluk olduğu zaman yıkımın önü açılıyor.

Canı yanan yaşlı kişiler oluyor. Dramatik hikâyeler var kimsenin bilmediği. Bildiklerimden bir tanesini söyleyeyim. Yaşlı bir hanım. Oturduğu apartman müteahhide verildi. Kiraya çıktı. Önceleri kirası ödeniyordu. Sonra müteahhit binayı yarım bıraktı, kiraları kesti. Üzülmesin diye bu hanıma belli etmeden çocukları sanki müteahhit ödüyormuş gibi kiralarını ödedi. Ama sonunda dayanamadılar. Yakındaki huzurevine gönderdiler.

"Kent sosyologlarının, psikologlarının oralardaki insanları ikna etmeleri gerekirdi.."

Mimarlar Odası’nda kentsel dönüşümün kentin karakterine etkisi tartışılmıyor mu?

Biz kentsel dönüşümün felsefesine karşıydık bir kere. Çünkü kentsel dönüşüm siyasi bir olaydır. Depremi bahane ederek çeşitli insanlara istihdam yaratılması, demografik yapının değiştirilmesi, ekonomi yaratılması gibi meseleler var. Ve aslında farkında olmadan kentsel dönüşümü oluşturanlar içinde bizim kentsel dönüşüme karşı çıkan hocalarımız da vardır. Depremden sonra İstanbul Deprem Master Planı adıyla 1335 sayfalık bir çalışma hazırlandı. Ben o zaman Mimarlar Odası Başkanı’ydım. O planda Türkiye’nin 4 büyük üniversitesi olan İTÜ, Boğaziçi Üniversitesi, Yıldız Üniversitesi ve ODTÜ’den 85 değerli hoca çalıştılar. Tespit ağırlıklı bir çalışma idi. Sonlarında ‘Kentsel Yenilenme’ diye bir şey tarif ediliyordu. İşte o tarif edilen kavram ‘Kentsel Dönüşüm’ oldu.

Nerede yenilenme yapılacaksa öncelikle oranın insanıyla konuşulması, tartışılması lazımdı. Kent sosyologlarının, psikologlarının oralardaki insanları ikna etmeleri gerekirdi. Bunların hiçbiri yapılmadı. Konut, insanın hayatındaki en değerli yatırımıdır. Kimi park, kimi komşu, kimi cadde, kimi deniz var diye konutunu almıştır. Herkesin bir takım değer yargıları vardır.

Onlara binalarının yenilenmesi, bazılarına bölgelerinin desantralize edilmesi gerektiği ikna edilerek anlatılmalı idi.

"İstanbul’a 1970’li yılların Beyrut’unun rolü veriliyor."

Bu işin özünde sağlam bina yapmak değil, güvenli bina yapmak vardır. Sağlam bina yalnız taşıyıcı sistemi içerir. Güvenli bina çevrenin, kentin güvenli hale getirilmesiyle olur. Yalnız deprem değil, sel, yangın ve afete karşı güvenli bina yapmaktır esas olan. Biz Mimarlar Odasında ‘Deprem Komitesi’nin adını ‘Afet Komitesi’ olarak değiştirmiştik.

İstanbul’da ticaret fonksiyonu giderek eğlenceye dönüyor. Kadıköy için endişem bu yöndeydi. İstanbul, BOP projesinin başkentidir. Batıdan insanlar buraya gelecek, buradan Orta Doğu’ya gidecek işlerini görüp tekrar dönecek ve sonra Batı’ya gidecek. Yani İstanbul’a 1970’li yılların Beyrut’unun rolü veriliyor. Olacak olan bu. 1970’lerin Beyrut’unda Batılılar orada ticaret yaparlar, yer içer eğlenir ve dönerlerdi. İstanbul’a şu anda böyle bir rol biçiliyor, yeme-içme-eğlence üzerine hizmet veren bir şehir rolü.

Semt insanını kaybediyor, insanını kaybetmemeli. Şu anki çalışmalar yalnız ticari amaçla, insanı kaybetmek pahasına yapılıyor. İstanbullu hiçbir zaman bitmiş bir şehirde yaşayamıyor..​

"Yazın başka şehirlerden İstanbul’a sayfiyeye, denize girmeye gelinirdi.."

Buradaki insanın denizle ilişkisi eskiden nasıldı, şimdi nasıl sizce?

Yazın başka şehirlerden İstanbul’a sayfiyeye, denize girmeye gelinirdi. Örneğin akrabalarımız bizim eve konuk gelirdi. Çünkü her tarafta plaj vardı, özellikle Kadıköy sayfiye yeriydi. Şimdi Kadıköylüler denize girmeye başka şehirlere gidiyorlar.

Bu bölgede kimi ücretli kimi ücretsiz plajlar vardı. 1960’lardan sonra nüfus artmaya başladı, nüfus çoğalınca da altyapı sorunları başladı. 70’li, 80’li yıllarda Bağdat caddesinin sokaklarında resmen kanallar akıyordu. Yapılan yeni bir apartmandaki kişi sayısı eskinin Göztepe’sindeki tüm evlerde oturan insanların toplamı kadardı. Bir sürü apartman yapılınca eski altyapı kaldırmadı ve kanallar akmaya başladı. 80’lerin başında altyapı yenilendi ama atıklar denize akıtılınca deniz absorbe edemez oldu. Sonrasında arıtma çalışmaları başladı. Binaların altından akan derelerle kanallar karışmıştı.

Dere ıslahının olması gerektiğini yetkililere iletmiştim fakat ıslahtan anladıkları derenin üzerinin kapatılmasıydı o zaman. Çünkü dereler büyük kanallar halini almıştı. Böylece deniz foseptik çukuru gibi olmuştu. Dolayısıyla insanlar denize giremez oldu.

80’lerde bu sahiller doldurulmaya başlandı. Doldurmaya doğal olarak karşıydım, çünkü coğrafyayı değiştiriyorsunuz, girinti, çıkıntı, koylar, burunlar vardı. Şimdi hiçbiri yok. Hafriyat toprağı çamur halini alıyor, balıklar yok oluyordu doldurma işlemiyle.

Bir de yalılar yok edildi. Yalı, İstanbul mimarisinde önemli bir yapıdır. İstediğin kadar solcu ol bu gerçeği görmek lazım. Sahiller doldurulunca yalılar bahçeli ev oldu. Ardından apartman oldu.

80’lerdeki nüfus artışıyla İstanbullulara plajlar yetmiyordu ve İstanbul’un denizle barıştırılmasından yola çıkılarak kıyılarda doldurma yapıldı. Fakat bu işlemedi. İkincisi arıtma konusuydu, bu kısmen halloldu. Aslında yol boyunca plajlar yapılacaktı. Yapılmadı.

"Gazetelerden biri bir Pazartesi günü başlık atmıştı, “havalar sıcakladı, halk plaja doluştu, vatandaş plajda yer bulamadı” gibi.."

Halbuki kilometrelerce sahil şeridi var, buradaki kayaların üzerine denize girmek için teraslar, suya inmek için de merdivenler yapsalar İstanbul denizle barışır. İnsanlar beraber oldukça birbirlerine de uyum sağlarlar, İstanbul medenileşir.

İstanbul’da ilk zamanlarda insanlar denize hamama gider gibi peştamallarıyla giriyormuş, denize girmeler Kadınlar ve Erkekler Hamamları’yla başlamış örneğin. Sonra Erkekler Hamamı kaldırılmış, erkekler açıkta girmeye başlamışlar. “Kadınlar Hamamı” denilen kapalı alan bir süre daha kullanılmıştı. Bizim zamanımızda Fenerbahçe ve Bostancı’da kadınların girdiği bu tip kapalı bölümler vardı. Sonra bunlar kaldırıldı. Yani aslında bugün de giren kimseyi nereden gelirse gelsin itmemek, dışlamamak lazım.

70’li yıllarda daha İstanbul 1 milyon nüfusa sahipken 2 milyona varmıştı. İşte o yıllarda Pazar günleri plajlar tıklım tıklım oluyordu. Gazetelerden biri bir Pazartesi günü başlık atmıştı, “havalar sıcakladı, halk plaja doluştu, vatandaş plajda yer bulamadı” gibi bir başlık. İşte bunlardan sonra kıyıların doldurulmasına karar verildi.

Son postlar
Arşiv
Tag'lerde ara
Follow Us
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page